Kazım Koyuncu'nun aramızdan ayrılışının 9. yılında ona dair bir yazıyı paylaşıyoruz...

“Oxoşkva Do Oropa” [1]


Ma A koçi vore
Ordo çumanepe nosi gverdi.
Si uncire A bere ore,
Ğura mekaderi.
İttur:
“Skida naku yakininna
Ğura ti hiku’” [2]
“Kumral bir çocuğun yaz öyküsü”ydü bu. Ve en az bir yaz öyküsü kadar kısa bir hayattı onunkisi. Kısa ama en az bir yaz öyküsü kadar da dopdolu. Kısacık hayatına neler sığdırmadı ki Kazım? Zaten kendisi de söylüyordu: “Ben kendi zekâmla ve felsefemle ölümü, hayatı uzatabilirim, kısaltabilirim, her şeyi yapabilirim.” diye. Kendi hayatını, söyledikleri ve yaptıklarıyla ölümsüzleştirdi o.
Kazım, gözlerini Artvin’in küçük bir köyünde, Pançol’da açtı. İsmi resmi kayıtlarda Yeşilköy olarak geçse de Pançolluydu Kazım. “Memleketli olduğum kadar kendimi bildim bileli hep tuhaf bir şekilde dışında durabilen bir ruh halim vardı, çocukken de öyle.” derdi. Memleketini, memleketinin insanlarını, kumar ağaçlarını, kestane ağaçlarının olduğu ormanları, denizi, yağmuru çok severdi.
İlkokulu Pançol’da okudu. Müzikle ise henüz ortaokul birinci sınıfta babasının ondan habersiz, onu mandolin kursuna yazdırmasıyla tanıştı. Lise hayatını Hopa’da geçiren Kazım, 17-18 yaşlarında küçücük kentinden çıkıp İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gitti.
“Devrimi düşünebiliriz, düşleyebiliriz. Hatta yetmez bir sistem bile kurarız. Sistemimiz şöyle olsun, böyle olsun. Bunu ne zaman yaparız? Devrimi yaptıktan sonra mı? Şu anda bunu düşünüyorsan yaparsın, yapmaya başlarsın. Sonra da hep öyle yaşarsın. Ve bu böyle böyle çoğalır. Hayatla da böyle anlamlı bir ilişki kurarsın. Yolda yürürken de yürüyüşün ona göre olur, adımların öyle gider. İnsanlara baktığın göz değişir. Herkes de ‘Ulan bu adam ya da bu insan niye böyle bakıyor?’ diye elbette ki seni sorgulamaz ama birileri anlar. Bir şey bulur yani. Birisi farklı yürüyordur orada. Sana bir puan yazmaz da, bir şey verirsin hayata. Bakkala bir şey davranırsın, manavdan bir şey alırken tuhaf bir ilişki kurarsın, ister istemez. Hoş bir ilişki kurarsın. Yani işte, hikâye bu.”
Kendi hikâyesini bu şekilde tanımlayan Koyuncu, devrimci kişiliğini hayatının en elzem noktası olarak görüyordu. Bunu düşündükleri, söyledikleri ve yaptıklarıyla birçok kez kanıtladı. Katıldığı çeşitli eylemlerden ötürü hakkında soruşturma açıldıktan sonra üniversiteyi de bırakıp gerçekten yapmak istediği şeyi yapmaya karar verdi. “Yanlış şeyler yapabiliriz, doğru ve güzel şeyler de yapabiliriz ama biz ısrarla müzik yapmaya çalıştık.”  Hayatının geri kalan kısmının neredeyse her anında “müzik yapmak istedi” Kazım, nitekim öyle de oldu. Devrimci kişiliği müziğini, müziği ise devrimci kişiliğini şekillendirdi.
“Senin için dağları yıkacağım, koşacağım rüzgârlara inat.                                                                                                                             Şafak vakti çıkacağım dağlarına ve uğrunda öleceğim, ülkem. 
Sana döneceğim ülkem,                                                                                                                            Sürgündeki çocukların,                                                                                                                               Demircinin çıraklarıyla döneceğim…
Müzik kariyerine (yaşasaydı ve bu yazıyı okusaydı, bu kelimeyi kullanmama kızardı muhtemelen) Ali Elver’le birlikte kurduğu Grup Dinmeyen’le başladı. Bir şeyler anlatma amacı güden albümde Attila İlhan’ın şiirleri de bestelendi. Kazım, bu albümde “Bir ülkem var, düşlerimde gördüğüm.” dedi. Daha sonra çeşitli nedenlerden ötürü dağılan grup, Dinmeyen’in kapanan Kazım’ınsa yeni bir dünyaya açılan kapısı oldu.
1993 yılında “OGNİ adında bir dergi çalışmasına başlandı. Lazlarla doğrudan alakalı ilk derginin Türkçe karşılığı “Anlatdı. Ve Ogni’nin sloganı “Sk’ani Nena! yani “Senin sesin, senin dilindi. Ogni’nin çalışmalarında bilfiil yer alan Koyuncu, Mehmedali Barış Beşli ile de burada ortak bir çalışma yürüttü. Ogni, Laz halkını bilinçlendirme amacı güden, Lazların tarihsel misyonunu anlatan, Lazların dillerini ve kültürlerini unutmalarını engellemek isteyen bir dergiydi. Ogni, henüz ilk sayısı yayınlanır yayınlanmaz, iki yazı sebebiyle ‘bölücülük’ iddiasıyla toplatıldı ve dergiye bu iddiadan ötürü dava açıldı. Mehmedali Barış Beşli, bu davalarda Yazı İşleri Müdürü olduğu için yargılandı ve Türkiye’de ilk kez Lazistan ayrımcılığı yapmaktan ötürü yargılanan insan olmuş oldu. Dava kısa sürede beraatle sonuçlansa da Beşli, dergi çalışmalarının devam etmemesine karar verildi. Bu kararı kabul etmeyenler dergi çalışmasına devam etse de altı sayıdan sonra dergi kapatıldı.
‘Hayde!’ misvare Ernesto steri,
Vidat, murunsxepeşi opşa na on a nsa tudeşa.” [3]
Ogni’nin çalışmaları yürütülürken, dergiyi destekleyecek bir çalışma olarak Zuğaşi Berepe’yi [4] kurmayı öneren Beşli’ye destek olmayı kabul eden Koyuncu, beş sene sürecek bir çalışmanın da ilk adımı atmış oldu. 93’te kurulan Zuğaşi Berepe 95’te ilk albümleri Va Mişkunan ile adını duyurmaya başladı. Tam bir başkaldırıydı onlarınkisi. Lazca şarkılar ilk kez bir albüm altında toplandı ve geleneksel Karadeniz Müziği ile Rock’n’Roll müziği sentezlenerek yayınlandı. Daha sonraları Bayar Şahin ve Birol Topaloğlu’nun yayınladığı çeşitli albümler olsa da hiçbiri Va Mişkunan kadar cesur olamadı. Denizin çocuklarına göre rock zaten bir başkaldırıydı, Laz müziğiyle birleşince de Va Mişkunan ortaya çıktı.“Bilmiyoruz diyerek çıktılar yola. Oysa onlar farkındalardı birçok şeyin.
Ayaklarıyla basıyorlar vücutlarımıza her gün, kesiyorlar yollarımızı
Görüyorum, her sabah ölüyor dünya
Bir şey yapamıyor muyuz böyle mi gidecek yol?
Kalkın devirin!
Yıkım için birbirinize katılın çocuklar!
Bu ve bunun gibi birçok şarkıyı dillendirdiler. Halkın onları sahiplenip sahiplenmeyeceğinden emin olmasalar da, her şeye rağmen Zuğaşi Berepe olacaklarını söylediler. Korktukları gibi olmadı. Halkın yaşadıkları şeyleri alışkın olduklarından farklı bir şekilde duymaları halkı rahatsız etmedi. Zuğaşi Berepe bir çok devrimci örgütün programlarında sahne aldı, 27 Aralık 96’da İstanbul Teknik Üniversitesi’nde “Vicdani Bir Konser” şiarlı konserini verdi. Birçok dayanışma şenliğinin öznesi oldu.
98’de çıkardıkları ikinci albümlerine ‘İgzas’ adını verdiler. “Yürüyoruz!” dediler ve bir kez daha çıktılar yola. “Dadişkimi!”yani “Teyze! dediler. Dilimiz ölüyor, dil annedir, dil ölünce anne ölür.” Başkaldırıları burada da devam etti. Fakat İgzas, Va Mişkunan’a nazaran daha ağır bir albüm olduğundan, denizin çocukları yollarına ayrı ayrı devam etmek istediklerinden beş yıllık serüven yavaş yavaş kapılarını kapatmaya başladı. Fakat Zuğaşi Berepe onlar için belki de bir hayat felsefesi olduğundan Kazım’ın geri kalan tüm müzik hayatında Zuğaşi Berepe’nin enerjisi hissedildi.
2001’de solo albümünü çıkaran Koyuncu, Karadeniz Sahil Yolu Projesi’ne tepki olarak albümüne Viya ismini verdi. Viya, kendi değimiyle aletsiz Laz sörfü demekti. Karadeniz sahil yolu projesi Sinop’tan başlayıp Sarp Sınır Kapısı’nda sona eren 604 kilometrelik bir şeridi kapsamaktadır. Yapılış amacı, Karadeniz Karayolu’nu güvenli ve kısa hale getirmek, ticareti ve turizmi artırmaktır. Fakat bu proje bin yıllara dayanan tarihi güzelliklerin yitmesine, artık Viya’nın yapılamamasına neden olmaktadır. Yine günü kurtarmak amacıyla geliştirilen, geleceğe bir şey bırakmayacağı ta o günlerden belli olan bir projedir. Yörede yaşayan birçok insan ve Kazım, bu projeye sonuna kadar karşı çıkar. Bir sahilin boydan boya yol yapılmasını delilik olarak nitelendirir. Bunu imzalayanların da ya akıl sağlıklarının yerinde olmadığını ya da çok kötü insanlar olduklarını dile getirir. “Siz kimsiniz! Binlerce yılda oluşan bir şeyi siz hangi kafayla, hangi vicdanla yok edebiliyorsunuz?” der. “Heyelanlar oluyor, bu kader mi sanki? Depremler oluyor kader mi? Başka yerde aynı şiddette deprem oluyor iki kişi bayılıyor da Türkiye’de yirmi bin kişi ölüyor kader mi bu? Değil.
2007 yılında resmen açılan Karadeniz Sahil Yolu, Ulaştırma bakanı Binali Yıldırım’ın yaptığı bir açıklamada projenin yanlış olduğunu ancak yapmak zorunda olduklarını belirterek, 700 trilyonun üzerinde para harcandığı için bitirilmesi gerektiğini savunmuştur. Koyuncu’nun söylediği sözlerin haklılığını kanıtlarcasına, 2010 Ağustos ayında Rize Merkez’e bağlı Gündoğdu beldesinde şiddetli yağış nedeniyle biriken yağmur suları Karadeniz Sahil Yolu’nu aşamamış, oluşan sel ve heyelan nedeniyle 12 kişi yaşamını yitirmiştir. 2011 yılı Eylül ayında yine Rize’de bu kez şehir merkezi sele teslim olmuş, baskın sonucu 1 kişi hayatını yitirmiştir. 2012 yılı Ocak ayının sonunda Sarp bölgesindeki 500 metrelik kısmı çökmüştür.
“Baba ben yıkıcıyım
Ama Kendini bilmez değilim.
Yaşamak istiyorum sadece,
Kendi savaşlarım uğrunda.
Viya’da yitip gitmekte olan birçok dilin şarkılarını seslendirmiştir Kazım. Albümde Lazca, Gürcüce, Megrelce, Hemşince ve Türkçe ezgiler barınmaktadır. Kazım, “Ben sadece, ben olmak istiyorum” der albümünde. Kendi olma savaşını hala bitirmemiştir. “Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim.” diyerek anlatır kendini.
Devrimci kişiliğinin etkisiyle gördüğü şeyleri söylemekten, inandığı doğruları dillendirmekten asla çekinmeyen Koyuncu, bu albümünde de Lazların yaşadığı birçok zorluğu anlatan şarkılara yer vermiştir. Sarpi Moleni’de, Sarp sınırı çekildikten sonra Sarp’ın ötesinde kalanların hikayesini seslendirir. Domivamis’te Laz kadınlarının çektiği zorlukları, Lazların yaşadığı açlığa, yoksulluğa ve sefalete ses olur. Zuğaşi Berepe kadar sert olmasa da albümleri, daha fazla tanınmaya başlayan Koyuncu, yaptıkları, söyledikleriyle ve devrimci kişiliğiyle adından söz ettirir olmuştur. Popüler olmak istemediğini, tanınsa da tanınmasa da müzik yapacağını ve her zaman aynı Kazım olduğunu sık sık dile getirmiştir. Klip çekmemiştir, popüler kültürün reklam araçlarını kullanmak istememiş ve “Herkesin beni tanıması ve hele herkesin beni sevmesi gibi bir düşüncem asla olamaz. Ki hayatta muhakkak bizleri sevmeyen insanlar olmalı aksi takdirde çok ciddi sorunlar olur diye, düşünüyorum. demiştir.
Çeşitli projelerde yer alan Koyuncu Viya’dan sonra 2004’te Hayde albümünü yayınlamıştır. Ölümünden sonra da “Dünyada Bir Yerdeyim’’ adlı albümü yayınlanmıştır. Müzik hayatı boyunca birçok ülkede ve Türkiye’de yine birçok projeye destek veren Kazım Koyuncu, Amed’de katıldığı bir konserde “Denizin çocuklarından dağların çocuklarına selam getirdim.” diyerek başlamıştır programına. Kürt müziğini de çok sevdiğini dile getiren Koyuncu, “Bizim birbirimizi kabul etmemiz için birbirimize benzememize ihtiyacımız yok. Aynı dili söylememize de gerek yok. Biz birbirimizi kabul edebiliriz.demiştir.
Oy Trabzon Trabzon yaşa şanınla yaşa,                                                                                                                                 Şampiyon yazacaksın yeniden dağa taşa!
Oy Trabzon Trabzon yık yeşil sahaları,                                                                                                                                                  Çık yukarı ezilsin, İstanbul ağaları!
O dönemlerde koyu bir Trabzonspor taraftarı olan Koyuncu bu taraftar kişiliğinin nedenini “Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir. Benim için Trabzonspor, en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti.” sözleriyle açıklıyor. Her zaman ezilenin yanında olduğunu dile getiren Koyuncu, katıldığı programlarda Iraklı, Filistinli kardeşlerine selam gönderirken “Savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlamak için savaşmak zorunda değiliz.” der. “Şunu fark ettim ki dünyadaki en önemli değer emek vermektir. Çünkü yaşamak demek, emek demek ve kendimi bildim bileli de hep emekçilerin kenarda kalmışlığının, yoksulların yanında olmayı istedim. İnsanlar kolay para kazanmaya başladıkları zaman günde on saat çalışıp evine anca birkaç parça ekmek peynir götürebilecek parayı kazanabilen milyonlarca insanı unutabiliyorlar.” Emeğin önemine her konuşmasında dikkat çeken Koyuncu, insan olmanın, emekçinin yanında olmanın en güzel nedenini belki şu cümlesiyle kanıtlamıştır: “Emeğe saygı göstermek lazım, yaşayan her şeye saygı göstermek lazım. Ve herkesin bir hikayesi olduğunu bilmek lazım.
Kısacık ömrüne bunca şey sığdırmaya çalışırken, çocukluğunda ellerini açıp başını kaldırdığında gökyüzüne, yüzünü yıkayan yağmurların, kokusunu burnuna çeke çeke içtiği annesinin topladığı çayların onu hasta edeceği aklının ucundan bile geçmemişti. Ölümün iki dudak ve bir çay bardağı arasında olduğu kimin aklına gelirdi ki? 86 yılında Çernobil faciasının Ukrayna’dan getirdiği yağmurlarda ıslanan Kazım, 2004 yılında tanımı çok belli olmayan bir kanser türüne yakalandı. “Çok fiyakalı bir hastalığa yakalandım baba, hiç dert etmeye gerek yok. dese de artık hayatında birçok şey değişmişti. İsyan ediyordu, her zaman olduğu gibi bu sisteme isyan ediyordu. “Üst yapıda zekâ sorunu olduğunu düşünüyorum. Yani yapacakları bütün hesaplar, provokasyonlar vs. bir zekâ taşımıyor. Zekâ taşısa, toplum yine ilerleyecek. Yani bizim komplo teorilerimiz, tuhaf işlenen cinayetlerimiz vs. zekâ taşımıyor. Üst yapıda zekâ olmayınca oynanan oyunlar da çocuk oyunu gibi oluyor ama çocuklar ölüyor.
Kameralar önünde çay içerek poz veren ANAP’ın kurucularından eski Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, çaylarda radyasyon olmadığını gönül rahatlığıyla içilebileceğini söyledi. Cahit Aral’ın da kanserden öldüğüne dair söylentilerin gerçekliği var mıdır bilinmez ama Kazım bu hareketin açıklanamaz bir suç olduğunu şu sözleriyle dile getirir. “Bu bir zekâ sorunu değil, zeka sorunu var da bu bir suç. Ve bunu kimse anlamadı. Bunlar kötü niyetli insanlar. Çıkıp televizyonda çay içmek yerine erken teşhisler için rehabilitasyon merkezleri açılsaydı, hastaneler açılsaydı, yüzler ölmezdi. Türkiye’de bilgi sorunu yok, ciddi bir sistem sorunu var. Bilgi işe yaramıyor. Türkiye’de kanser olmayı boş verin, hasta ve insan olmak zor.
“Dünyada bir yerdeyim ben,
Yol kenarlarındaki su birikintilerindeyim.
Yerim yurdum yoktur benim,
Sadece, gökyüzünü göreyim.’’
Konser vermek yerine dinlenmesi gereken Koyuncu, doktorlarının sözünü dinlemek yerine onu mutlu eden şeyi yapmaya devam etti. Müziğine hiç ara vermedi. Saçları döküldükten sonra taktı başına beresini yine çıktı sahneye. Umudunu hiç kaybetmedi. Duygulandı zaman zaman sahnede, “Şimdi bir şeyler söylemek yerine şarkı söyleyeceğim yoksa kelimeler boğazıma dizilecek dedi. Şarkılarını söyledi, horonunu oynadı. Sistemi devrimci kişiliğiyle en ince ayrıntısına kadar analiz eden Kazım, sistemin onu öldürdüğünün farkındaydı. “Politika başından sona bir yalan ve çok açık söylüyorum, politika elbette olacak yani sonuna kadar birileri yönetecek de bu elbette var ya hani kader gibi her zaman durduğu için karşımızda, o noktadan itiraz ediyorum. Durmak zorunda değil. Eee, ben reddedeyim, sen reddet. Hedef iktidarsa, hedefte sen varsın, ben varım. Seni yok edebilirler, beni de yok edebilirler. Kimin umurunda yani?
Yaşama sevinci, müzik aşkı sayesinde hastalığa aylarca direnen, sevenlerinin deyimiyle Dina K’aki[5] hastalık ses tellerini etkilemeye başlayıp şarkı söylemesine engel olunca umudunu yitirmeye başladı. Umudunu yitirdikçe, yaşama sevinci çekildi bedeninden ve yaşama sevinciyle birlikte de tüm yaşamı.
O hayatını kaybetse de yaptıklarıyla, söyledikleriyle, yazdıklarıyla, gerçek bir devrimci gibi, yaşamının her anıyla bizlere örnek oldu. Bir gün nasıl bir halk otobüsünde çıkabildiyse karşına, başını göğe kaldırdığında bulutların arasından yahut yere eğildiğinde başın bir su birikintisinden bakabilir sana. Şair ceketli, kumral çocuğun yaz öyküsü elbet burada bitmedi. Sayısını bilmediğim belki binlerce kumral çocukta yaşıyor hala.
Bu arada, hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Don Kişotlar’a, ateş hırsızlarına, Ernesto “Che” Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”
Avaşîn
Dipnotlar:
[1] Özgürlük ve Aşk
[2]   Ben bir adamım / Erken sabahlarda yarım akıllı / Sen uykusuz bir çocuksun / Ölümle beşik kertmeli / Diyorsun: Yaşam ne kadar yakınsa ölüm de o kadar yakın.
[3] ‘Hayde!’ diyeceksin Ernesto gibi / Gidelim, yıldızların çok olduğu bir gökyüzünün altına.
[4]  Lazca Denizin Çocukları anlamına gelmektedir.
[5] Dina K’ak’i, Kazım Koyuncu’nun kardeşi, Niyazi Koyuncu’nun ona taktığı bir isimdir.
KIZILBAYRAK

0 comments:

Yorum Gönder

 
HOPA DEV-LIS/K © 2014. Yaşasın SOSYALİZM Yaşasın DEV LİS/K